İşte, o mektubun tam metni:
BM Genel Kurulu’nun 78’inci oturumundaki genel politik tartışmanın sonucu dünyanın dramatik, deprem etkisi yapan değişiklikler yaşadığını açıkça göstermiştir. Gözümüzün önünde, Dünyanın kültürel ve medeniyetsel çeşitliliğini yansıtan yeni, daha adil, çok kutuplu bir dünya düzeni kurulmaktadır. Geleceğin şekli mücadelede doğmaktadır. Dünya nüfusunun % 85’ini temsil eden çoğunluk, küresel refahın daha adil bir şekilde dağıtılmasını ve medeni çeşitliliğine saygı duymayı, uluslararası yaşamın tutarlı bir şekilde demokratikleşmesini savunmaktadır. Öte yandan, ABD liderliğindeki Batı devletlerinin dar bir grubu, neo-sömürgeci yöntemlerle doğal düzenin seyrini yavaşlatmak ve yitirdikleri hakimiyetlerini korumak için çabalıyor.
Eşitlik ilkesinin reddedilmesi ve buna bağlı müzakere kabiliyetinin yitirilmesi uzun zamandan bu yana “Kolektif Batı”’nın kartviziti halini almıştır. Dünyanın geri kalanına tepeden bakmaya “öncü” ve “peşinden sürüklenen” mantığına alışkın olan Amerikalılar ve Avrupalılar sıklıkla vaatlerde bulunuyor, yazılı ve yasal olarak bağlayıcı olanlar da dahil, yükümlülükler üstleniyor, ama daha sonra bunları yerine getirmiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in söylediği gibi, Batı gerçek bir “yalan imparatorluğudur”. Birçok diğer ülke gibi, biz de bunu ilk elden biliyoruz. Nazi Almanya’sının teslimiyetinden önce, İkinci Dünya Savaşı’ndaki müttefiklerimiz olan Washington ve Londra’nın, SSCB’ye karşı “Akılalmaz” adında bir askeri harekât için planlar hazırladıklarını ve 1949’da ise ABD’nin SSCB’ye karşı nükleer saldırı hazırlıkları geliştirdiğini hatırlatmak yeterlidir; bu “harekât” ancak Moskova’nın misilleme silahlarını üretmesiyle engellenmiştir.
“Soğuk Savaş”’ın sona ermesinden sonra, SSCB’nin Almanya’nın birleşmesinde belirleyici bir rol oynadığı ve yeni Avrupa güvenliği mimarisinin parametrelerini koordine ettiği zaman, Sovyet ve daha sonra Rus yönetimine, NATO’nun Doğuya doğru genişlemeyeceğine dair somut güvenceler verilmişti. Bununla ilgili görüşmelerin kayıtları hem bizde hem de Batı arşivlerinde bulunmaktadır. Fakat Batılı liderlerin bu güvencelerinin bir aldatmaca olduğu ortaya çıkmıştır. Onlar bu vaatlerini zaten yerine getirmeyeceklerdi. Ayrıca NATO’yu Rusya’nın sınırlarına yaklaştırırken, hiçbir şey olmamış gibi 1999-2010 yılları arasında en üst düzeyde AGİT çizgisinde olduğu gibi, kendi güvenliğini, başkalarının güvenliğini tehlikeye atmadan güçlendirme esasını ve herhangi bir ülkenin, ülke gruplarının veya örgütlerin Avrupa’da askeri-politik egemenliğine izin vermeme yükümlüklerini kabaca ihlal ediyorlardı; NATO yapmama garantisini verdiği şeyleri ısrarla yapmaya devam etmişti ve etmektedir.
2021’in sonlarında, 2022’nin başlarında, Ukrayna’nın blok dışı statüsünü değiştirmeden, Avrupa’da karşılıklı güvenlik garantileri konusunda ABD ve NATO ile anlaşma yapma teklifimiz kibirli bir şekilde reddedilmiştir. Batı, kanlı bir darbe sonucu iktidara getirilen Kiev rejimini silahlandırmaya sistematik olarak devam etmiş ve ülkemizi doğrudan askeri olarak tehdit etmek ve meşru Rus çıkarları topraklarındaki tarihi mirasını yok etmek için bir sıçrama tahtası olarak kullanmıştır.
“Soğuk Savaş”’ın sona ermesinden bu yana, Rusya Federasyonu topraklarında nükleer silah kullanımı senaryolarının geliştirilmesi de dahil olmak üzere, ABD’nin ve NATO müttefiklerinin benzeri görülmemiş bir dizi ortak askeri tatbikatı gerçekleştirilmiştir. Rusya’yı “stratejik yenilgiye uğratma” hedefinin ilanı, nihayetinde cezasız kalmalarının bir sonucu olarak ve korunma duygusunu tamamen yitiren sorumsuz politikacıların gözlerini kör etmişti.
NATO yayılmacılığının yeni tehlikeli tezahürü, bloğun “Avrupa-Atlantik ve Hint-Pasifik bölgesinin güvenliğinin bölünmezliği” sloganı altında sorumluluk alanını tüm Doğu Yarımküreye yayma girişimleriydi. Bu hedef doğrultusunda Washington, AUKUS, ABD-Japonya-Kore Cumhuriyeti “üçlüsü”, Tokyo-Seul-Canberra-Wellington dörtlüsü gibi kendi kontrolünde olacak askeri ve politik mini ittifaklar kurmaktadır. Üyelerini, altyapısını Pasifik Sahnesine entegre eden NATO ile pratik iş birliğine çekiyor. Rusya ve Çin’e karşı ASEAN çevresinde kurulmuş olan kapsayıcı, uzlaşmaya dayalı bölgesel mimariyi yıkmaya yönelik bu tür gizlenmeyen çabalar, halihazırda son derece ısınmış olan Avrupa’dakine ek olarak, jeopolitik gerilimin patlamaya hazır olan yeni bir odağını yaratma risklerini doğurmaktadır.
ABD’nin ve onlara tamamıyla bağlı olan Kolektif Batı’nın Monroe Doktrinine küresel bir yansıma vermeye çalıştığı net bir şekilde göze çarpmaktadır. Bu düşünceler hayalperest olmakla birlikte bir o kadar da tehlikelidir, ancak bu durum Pax Americana’nın yeni ideologlarını durdurmamaktadır.
İşler öyle bir noktaya gelmiştir ki, artık Batı ülkelerinin yönetici çevreleri, BM Antlaşmasına aykırı olarak diğer ülkelere kiminle işbirliği yapıp yapmayacaklarını söylemektedir. Esasen, ulusal çıkarlara, bağımsız bir dış politikaya sahip olma haklarını ellerinden almaktadırlar. Kuzey Atlantik İttifakı’nın Vilnius Deklarasyonunda “Rusya ile Çin arasındaki güçlenen ortaklık”, “NATO’ya tehdit” olarak nitelendirilmektedir. Yakın zamanda Fransadaki büyükelçilerin önünde konuşan E. Macron, BRICS’in genişlemesi konusunda samimi endişelerini dile getirerek, bu olayı “uluslararası sahnedeki durumun karmaşıklığının kanıtı olarak gördüğünü, Batı’nın ve özellikle de Avrupa’nın zayıflaması riskini taşıdığını söyledi. Batı’nın hakimiyeti altında olan dünya düzeni ilkeleri, örgütlenmesinin farklı biçimleri, gözden geçirilmektedir. “Eğer birisi biz olmadan bir yere gidiyorsa, iznimiz olmadan arkadaşlık kuruyorsa, bu bizim egemenliğimiz için bir tehdit oluşturmaktadır”.- İşte böylesine vahiyler. NATO’nun Asya Pasifik Bölgesi’ne ilerlemesi olumluymuş, ama BRICS’İN genişlemesi tehlikeliymiş.
Amerika Birleşik Devletleri liderliğindeki “Kolektif Batı”, tüm insanlığın kaderinin efendisi rütbesini kendi kendine sahiplenmiş ve biricik olduğu sanrısına kapılıp, BM’nin kurucu babalarının mirasını giderek daha da fazla görmezden gelmeye başlamış ve BM merkezli dünya düzeni mimarisini de kurallara dayalı düzenle değiştirmek istemiştir. Bu kuralları hiç kimse görmedi (daha doğrusu kimseye göstermediler), ancak Anglo-Sakson ve diğer jeopolitik uzmanların ikiyüzlü eylemlerini gözlemleyerek, bu maceranın pratikte nasıl somutlaştığına dair net bir anlayışa varmak mümkündür. BM Anlaşmasının kurallarına ve ilkelerine saygı duyma ihtiyacını sözde inkâr etmeyen Batı her zaman onlara seçici biçimde yaklaşmakta olup, sadece konjonktürel anda kendi jeopolitik ihtiyaçlarına ve işine gelenlerini cımbızla çekiyor. Bu arada, tüm yasal ilkeleri seçici olarak değil de uluslararası ilişkilerin adil bir şekilde düzenlenmesi ve birbirine bağlı olarak uyulması gerekmektedir: Devletlerin egemen eşitliği, iç işlerine karışmama, toprak bütünlüğüne saygı, halkların eşitliği ve kendi kaderini tayin etme hakkı, herkesin temel özgürlüklerine saygı, BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarını uygulama ve BM’yi eylemlerin mutabakat merkezi olarak güçlendirme görevi.
“BM, devletlerin egemen eşitliği temelinde kurulmuştur. Bu temel ilkeyi hem Washington hem de Londra ve müteffikleri hiç bir zaman ve herhangi koşullarda bırakın kullanmayı, sözünü bile etmiyorlar.
Bu ilke, büyüklüğü, hükümet biçimi, politik veya sosyoekonomik yapısı ne olursa olsun, tüm ülkelere dünyada layık bir yer sağlamayı amaçlamaktadır. Batı ise, dünyayı her şeye izin verilen “demokrasilere” ve “altın milyar”’ ın çıkarlarına hizmet etmek zorunda kalanlara ayırmaya çalışıyor. AB diplomasisi Başkanı J. Borrel’in “Avrupa’nın bir cennet bahçesi olduğu ve dünyanın geri kalanının vahşi bir orman olduğu” şeklindeki kamuoyuna açıklaması Batı’nın “münhasırlık kompleksi” nin püf noktası oldu. Bu artık “egemen bir eşitlik” değil, açık bir sömürge ifadesidir.
“Kolektif Batı” sürekli olarak diğer ülkelerin iç işlerine karışmama konusundaki temel ilkeyi çiğnemektedir. Bunun Orta Amerika’dan, Yugoslavya’ya, Irak’a ve Libya’ya kadar pek çok örneği bulunmaktadır. Şimdilerde ise post Sovyet bölgesinde yayılmaya özel önem veriliyor.
SSCB’nin dağılmasından bu yana ABD’nin Ukrayna’yı kontrolü altına almaya açıkça kararlı olduğu alenen bilinen bir konudur. 2013’ün sonunda dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı V. Nuland Washington’un Kiev’deki itaatkâr politikacılarını beslemek üzere 5 milyar dolar harcadıklarını gururla itiraf etmişti. 2004-2005 yıllarında, Batı- Amerikan yanlısı bir adayı iktidara getirmek amacıyla- Kiev’deki ilk darbeyi onaylamış ve Ukrayna Anayasa Mahkemesi’ni ülkenin temel yasalarının öngörmediği üçüncü tur seçimlerini yapmak için haksız bir karar vermeye zorlamıştı. 2013-2014’teki ikinci Maidan döneminde daha da arsızca bir müdahalede bulunmuşlardı. O günlerde bir dizi Batılı özel amaçla gelen gezgin, katılımcıları hükümet karşıtı gösterilere, şiddet eylemlerine doğrudan teşvik ?tmekteydi. Aynı V. Nuland, ABD’nin Kiev büyükelçisi ile gelecek hükümeti oluşturacak darbeciler kadrosunu tartışıyordu. Aynı zamanda Avrupa Birliği’ne de dünya politikasındaki gerçek yerini gösterdi. Bunun anlamı: “İşiniz olmadığı konulara karışmayın”, demekti. Şubat 2014’te, Amerikalılar tarafından seçilen şahıslar, düzenlenen kanlı darbenin kilit katılımcıları haline gelmişti – hatırlatırım ki – bu, Almanya, Polonya ve Fransa’nın arabuluculuğunda Ukrayna’nın meşru olarak seçilmiş Cumhurbaşkanı V. Yanukoviç ile muhalefet liderleri arasında elde edildiği anlaşmadan bir gün sonra oluyor. BM Antlaşmasının içişlerine karışmama ilkesi birçok kez çiğnenmişti. Darbeden hemen sonra darbeciler, koşulsuz önceliklerinin Ukrayna’nın Rusça konuşan vatandaşları haklarının kısıtlanması olduğunu beyan ettiler. Anayasaya aykırı bir şekilde iktidarın ele geçirilmesinin sonuçlarına katlanmayı reddeden Kırım ve ülkenin güneydoğusunda yaşayanlara karşı cezalandırıcı bir operasyon başlatılarak onları terörist ilan ettiler. Buna karşılık, Kırım ve Donbas, BM Antlaşmasının 1. Maddesinin, 2. Paragrafında kaydedilen halkların eşitliği ve kendi kaderini tayin etme ilkesine tam uyumluluk içinde referandumlar gerçekleştirdi.
Batılı diplomatlar ve politikacılar, Ukrayna ile ilgili olarak tüm olup bitenlerin arka planını, toprak bütünlüğünün ihlal edilmesinin kabul edilemezliğine indirgeme arzusuyla bu en önemli uluslararası hukuk normundan özenle kaçınıyorlar.
Bu bağlamda şunu vurgulamak önemlidir: 1970 yılında oybirliğiyle kabul edilen Devletler arasındaki Dostane İlişkiler ve İşbirliğine İlişkin Uluslararası Hukuk İlkelerine Dair BM Deklarasyonunda, BM Antlaşmasına uygun olarak toprak bütünlüğüne saygı ilkesinin “eylemlerinde halkların eşitliği ve kendi kaderini tayin etme ilkesine uyan devletlere” (…)”ve bunun neticesinde bu bölgede yaşayan bütün insanları temsil eden hükümetlere uygulanacağı belirlenmiştir: Darbenin sonucu olarak Kiev’de iktidarı ele geçiren Ukraynalı Neo-Nazilerin Kırım ve Donbas nüfusunu temsil etmedikleri gerçeğini kanıtlamak gerekmez. Ve Batı başkentlerinin Kiev rejiminin suç eylemlerine koşulsuz desteği de içişlerine kaba bir müdahalenin ardından kendi kaderini tayin etme ilkesinin ihlal edilmesinden başka bir şey değildir. Devlet darbesinden sonra Poroshenko ve daha sonra V. Zelensky yönetimi yıllarında, Ruslarla ilgili ne varsa – eğitim, medya, kültür, kitaplar ve anıtların yok edilmesi ile ilgili ırkçı yasaların kabul edilmesi, Ukrayna Ortodoks Kilisesi’nin yasaklanması ve mülkünün ele geçirilmesi – ırk, cinsiyet, dil ve din ayrımı olmaksızın, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı duyulmasına ilişkin BM Antlaşması 1. Maddesinin 3.Paragrafın açıkça ihlal edilmesiydi. Bu eylemlerin, devletin Rusların ve diğer ulusal azınlıkların haklarına saygı gösterme yükümlülüğünün belgelendiği Ukrayna Anayasasına doğrudan aykırı olduğu gerçeğinden bahsetmiyorum bile.
Minsk Anlaşmaları ile bir paket halinde, Rusya, Almanya, Fransa ve Ukrayna liderlerinin, Berlin ve Paris’in Donbas’taki bankacılık sisteminin yeniden inşasına yardımcı olmak da dahil olmak üzere birçok şey vaadettikleri bir deklarasyonu imzaladıklarını da hatırlatmak isterim. Ancak bunun için hiçbir şey yapmadılar. Yükümlülükleri olduğu halde ancak P.A. Poroshenko’nun Donbas’ı ticari, ekonomik ve ulaşım ablukasına nasıl aldığını izlemekle yetindiler. Berlin ve Paris, aynı deklarasyonda ticaret alanında Rusya’yı rahatsız eden meseleleri pratik bir şekilde ele almak için, Rusya-Ukrayna-AB formatında üçlü işbirliğinin güçlenmesine yardımcı olacağını ve ayrıca “Atlantik’ten Pasifik’e ortak insani ve ekonomik alanın yaratılmasını” teşvik edeceğini ilan ettiler. Bu deklarasyon da Güvenlik Konseyi tarafından onaylandı ve BM Antlaşmanın adı geçen 25. Maddesi uyarınca uygulamaya tabi olacaktı. Ancak Almanya ve Fransa liderlerinin bu taahhütlerinin de “içi boş” çıktı ve Antlaşma ilkelerinin sıradaki bir başka ihlali oldu.
SSCB’nin efsanevi Dışişleri Bakanı AA Gromyko, defalarca haklı olarak şöyle demiştir: “On yıl süren müzakere bir günlük savaştan daha iyidir”. Bu öğüte uyarak uzun yıllar müzakere ettik, Avrupa güvenliği alanında anlaşmalar yapmaya çalıştık, 1997’de NATO–Rusya Temel Yasasını onayladık, AGİT’in güvenliğin bölünmezliğine ilişkin en üst düzeyde beyanını kabul ettik ve 2015’ten itibaren müzakerelerden kaynaklanan Minsk anlaşmalarının koşulsuz olarak yerine getirilmesinde ısrar ettik. Her şey, “sözleşmelerden ve diğer uluslararası hukuk kaynaklarından doğan yükümlülüklere adalet ve saygı için koşulların sağlanmasını” talep eden BM Antlaşmasına uygun biçimde. Batılı meslektaşlarımız, belgeleri imzalarken, bunlara uymayacaklarını önceden bilerek bu prensibi çiğnediler.
Bugün aleyhtarlarımızın söylemlerinde sadece “istila, saldırganlık, ilhak” sloganlarını duyuyoruz. Sorunun derin nedenleri hakkında, ikinci dünya savaşının sonuçlarını ve kendi halkının tarihini yeniden yazan Nazi rejimini yıllarca nasıl besledikleri hakkında bir söz bile etmiyorlar. Batı, gerçeklere ve BM Antlaşmasının bütün hükümlerine saygıya dayanan somut diyalogtan kaçıyor. Dürüst bir diyalog için argümanları yoktur.
Batılı temsilcilerin demagojilerini açığa çıkaran profesyonel tartışmalardan korktukları konusunda istikrarlı bir izlenim mevcuttur. Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne dair büyüler yapan eski sömürge metropolleri Paris için «Fransız» Mayotta’yı Komorlar Birliği’ne geri dahil edilmesi ihtiyacı olduğunu, Londra’nın Chagos takımadalarından ayrılması ve Buenos Aires’le Malvinas Adaları üzerine müzakerelere başlaması gerektiğine dair BM’nin kararları konusunda susuyorlar. Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün bu “savunucuları” şimdi, temel insan hakları, özellikle de ana dillerine hakkının sağlanması garantileriyle Donbas’ın Ukrayna ile yeniden birleşmesinden bahseden Minsk anlaşmalarının özünü hatırlamadıklarını iddia ediyorlar. Bu anlaşmaların yerine getirilmesini engelleyen Batı, Ukrayna’nın çöküşünden ve orada bir iç savaşın kışkırtılmasından doğrudan sorumludur.
Avrupa’daki güvenlik krizini önleyebilecek ve çıkar dengesi temelinde güven önlemlerinin mutabakatına yardımcı olabilecek BM Antlaşmasının diğer ilkelerinden, Antlaşmanın saygıya değer VIII. Bölümünün 52. Maddesine dikkat çekeceğim. İçinde, bölgesel örgütlerin yardımıyla anlaşmazlıkların barışçıl bir şekilde çözülmesi için bir uygulama geliştirme ihtiyacı tespit edilmiştir.
Bu ilke çerçevesinde Rusya, müttefikleriyle birlikte, AGİT zirvelerinin Avrupa’daki güvenliğin bölünmezliğine ilişkin kararlarının pratik olarak uygulanmasına yardımcı olmak için KGAÖ ve NATO arasında sürekli temasların kurulmasını savundu. Ancak, KGAÖ’nün yüksek organlarının Kuzey Atlantik İttifakına yönelik çok sayıdaki başvurular göz ardı edildi. Eğer NATO KGAÖ’nün iş birliği tekliflerini reddetmemiş olsaydı, belki de bunun sayesinde, Rusya’yı on yıllardır dinlemeyi reddettiği ya da aldattığı gerçeğinden dolayı mevcut Avrupa krizine yol açan birçok olumsuz süreç önlenebilirdi.
Batı merkezli liberal dünya düzeni, çifte standartlar olmadan düşünülemez. Kırım, Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyetleri, Zaporozhye ve Kherson bölgelerinin sakinlerinin özgür iradesi sonucunda Rusya ile birlik lehine hareket etme durumunda olduğu gibi, kendi kaderini tayin ilkesi Batı’nın jeopolitik çıkarlarına aykırı olduğunda, Batı sadece onu unutmakla kalmıyor, aynı zamanda insanların seçimlerini öfkeyle kınıyor, yaptırımlarla cezalandırıyor. Batı’nın çıkarına olduğunda “Kaderini kendin tayin et” ilkesi mutlak kural oluyor. Bu konuda Kosova’nın Sırbistan’dan hiçbir referandum yapılmadan koparılmasını hatırlatmak yeterlidir.
Bu Sırp bölgesindeki durumun kötüye gidişinin sürmesi derin bir endişe kaynağıdır. Kosovalılara silah tedarikleri ve NATO tarafından ordu kurmalarına yardım edilmesi, BM Güvenlik Konseyi’nin 1244 no’lu temel kararını kabaca ihlal etmektedir. Donbass Cumhuriyetlerinin özel statüsünü öngören ve Kiev’in Batı’nın desteğiyle açıkça sabote ettiği Ukrayna’yla ilgili Minsk anlaşmalarının üzücü tarihinin Balkanlarda nasıl tekrarlandığını bütün dünya görmektedir. Şu anda Avrupa Birliği Belgrad ve Priştine arasında 2013’te Kosova’da kendi diline ve geleneklerine özel hakları bulunan Sırp belediyeler topluluğunun kurulmasına ilişkin anlaşmalarının yerine getirilmesini, himayelerinde bulunan Kosovalılara kabul ettiremiyor ve ettirmek de istemiyor. Her iki durumda da AB anlaşmaların garantörü olarak hareket ediyordu ve muhtemelen onların kaderi de aynıdır. “Sponsor” kim ise, sonuç da ona göredir.
Şimdi Brüksel, önce kendi jeopolitik gururunu düşünerek Azerbaycan ve Ermenistan’a «arabuluculuk hizmetlerini» empoze etmektedir ve Washington’la beraber Güney Kafkasya’ya istikrarsızlık getirmeye çalışmaktadır. Artık Erivan ve Bakü liderleri kendi aralarında iki ülkenin egemenliğinin karşılıklı tanınması meselesini çözdükten sonra, sıra barışçıl bir hayatın kurulmasına, güvenin pekiştirilmesine geliyor. Rusya barış gücü birliği buna her türlü katkıda bulunmaya hazırdır.
Devletlerarası ilişkilerin demokratikleşmesini önlemek için ABD ve müttefikleri, mevcüt prosedürleri baypas ederek konsensüs kuralına dayanmayan yetkilere sahip alt mekanizmaların oluşturulmasına ilişkin karar aldırıyor, uluslararası kurumların sekreteryalarını giderek daha açık ve kaba bir şekilde özelleştirmekte, şu veya bu nedenlerden ötürü Washington’dan hoşnut olmayanları suçlama hakkına sahip olan mekanizmaları kurmaktadır.
BM Antlaşması taleplerinin, Antlaşmanın 100. Maddesine uygun olarak tarafsız davranması, herhangi bir hükümetten talimat almaması ve elbette üye devletlerin egemen eşitlik ilkesine saygı duyması gereken Dünya Örgütü Sekreterliği’ne da uygulandığının altını çizmek gerekir. Bu bağlamda, BM Genel Sekreteri A. Guterres’in 29 Mart tarihli “otokratik yönetimin istikrarı garanti etmediği, kaos ve çatışmanın katalizörü olduğu”, buna karşılık “güçlü demokratik toplumların kendi kendini iyileştirme ve kendi yanlışlarını düzeltme yeteneğine sahip oldukları. Kan dökülmeden ve şiddete başvurmadan radikal değişiklikleri bile teşvik edebilirler.” yönündeki açıklamalarına karşı ciddi sorular iletmek mümkündür. Yugoslavya, Afganistan, Irak, Libya, Suriye ve diğer birçok ülkede “güçlü demokrasilerin” saldırgan maceralarının getirdiği “değişim”’ler istemeden akla gelmektedir.
Genel Sekreter daha sonra şunları söyledi: “Onlar (demokrasiler) eşitlik, katılım ve dayanışma ilkelerine dayanan geniş işbirliği merkezleridir.” Bu sözlerin, J. Biden’ın ABD yönetimi, katılımcılarını Washington’dan daha ziyade Demokrat Partinin üst yöneticilerine sadakat ilkesine göre seçtiği, BM’nin dışında toplanan bir “demokrasi zirvesi”’nde telaffuz edilmesi dikkat çekicidir. Bu tür forumları küresel nitelikte konuları tartışmak için kullanma çabaları, BM Antlaşmasında belirtilen “Örgütün ortak hedeflere ulaşmada eylemlerin mutabakatı için bir merkez olarak rolünü güvence altına alması” denilen 1. Maddenin 4. Paragrafıyla, doğrudan çelişkilidir.
“Aynı Demokrasi Zirvesinde” Genel Sekreter şunları açıkladı: “Demokrasi BM Antlaşmasından kaynaklanıyor. BM Antlaşmasının ilk sözleri – “Biz halklarız” – temel bir meşruiyet kaynağını ” yönetilenlerin rızası” nı yansıtıyor. Bu tezi, kendi halkının büyük bir kısmına karşı savaş başlatan Kiev rejiminin “sicili” ile ilişkilendirmek yararlı olabilir – ülkede yasalara aykırı olarak iktidarı ele geçiren ve BM Güvenlik Konseyi’nin onayladığı Minsk anlaşmalarını çöpe atan Neo-Nazilere ve Rusofoblara kendilerini yönetme rızasını vermeyen milyonlarca insana karşı savaş açılmış ve böylece Kiev rejimi Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü kundaklamış oldu.
Antlaşmanın prensiplerinden bahsetmişken, Güvenlik Konseyi’nin Genel Kurulla ilişkisi ile ilgili bir soru ortaya çıkıyor. “Kolektif Batı “ uzun süredir ve saldırganca “veto hakkının kötüye kullanılması” konusuna ağırlık veriyor ve BM üyelerine baskı uygulayarak, Batı’nın giderek daha fazla kasıtlı olarak kışkırttığı bu hakkın her uygulanmasından sonra ilgili konuyu Genel Kurulda ele almak için karar aldırıyor. Bu konu bizim için herhangi bir sorun teşkil etmiyor, çünkü Rusya’nın gündemdeki tüm konulara yaklaşımları açıktır, saklı gizli hiçbir şeyimiz yoktur ve duruşumuzu bir kez daha ortaya koymakta zorlanmıyoruz. Üstelik, veto kullanımı, Antlaşmada öngörülen, Örgütün bölünmesine neden olabilecek kararların alınmasına izin vermemek amacıyla kullanılan kesinlikle meşru bir araçtır.
Eğer Genel Kurulda veto kullanım hakkı prosedürleri kabul edilmişse, o zaman Güvenlik Konseyi’nin yıllar önce vetosuzca kabul edilen ancak uygulanmayan kararları niçin düşünmeyelim? Bu durumu – örneğin, Filistin ile, ayrıca Ortadoğu ve Kuzey Afrika ile ilgili sorun kompleksini, İran nükleer programı konusunu düzenleme ve Ukrayna’daki Minsk anlaşmalarını onaylayan 2202 sayılı kararın uygulanmasını engelleyenleri dinlemek gibi konuları Genel Kurul neden ele almasın?
Yaptırım rejimleri ile ilgili problemlere de daha fazla dikkat çekilmeli. Artık norm haline geldi: Uzun müzakerelerden sonra Güvenlik Konseyi – Antlaşmaya sıkı sıkıya bağlı olarak – belirli bir ülkeye yönelik yaptırımları onaylıyor daha sonra da ABD ve müttefikleri aynı devlete karşı Güvenlik Konseyi’nden onayı alınmayan ve uzlaşma sonucu “paket”e girmeyen tek taraflı yaptırım uygulamalarını kural haline getiriyor. Berlin, Washington, Paris ve Londra milli yasama kurulları tarafından, süresi BM Güvenlik Konseyi 2231 kararıyla Ekim ayında hukuken sona erecek olan İran’a ilişkin kısıtlamaları uzatma da bunlara dahildir. Yani: Güvenlik Konseyi’nin kararının süresi doldu ama bu durum Batılıların umurunda bile değildir. Onların kendi “kuralları” vardır.
Batı azınlığının saldırgan, dar görüşlü çizgisi, uluslararası ilişkilerde ciddi bir krize neden oluyor. Küresel çatışmanın riskleri artıyor. Bununla birlikte, oluşan bu durumdan çıkış yolları mevcuttur. İlk önce, herkesin dünya kaderlerinin sorumluluğunun, bir sonraki ulusal seçimlerdeki konjonktürel seçim düzeni açısından değil de daha çok tarihsel bağlamda, bilincine varması gerekir. Takriben 80 yıl önce, BM Antlaşmasını imzaladıktan sonra, dünya liderleri tüm devletlerin eşitliğine saygı duymayı kabul ettiler, böylece gelişimlerinin sürdürülebilirliği ve güvenliği için eşit, çok merkezli bir dünya düzenine duyulan ihtiyacı onayladılar.
BM Antlaşmasında yer alan çok kutuplu ruhun hayata geçirilmesini sağlamak gereklidir. Gün geçtikçe daha çok ülke kendi egemenliğini pekiştirmeye ve ulusal çıkarları, gelenekleri, kültürü ve yaşam tarzını korumaya çalışmaktadır. Başkalarının zorlaması altında yaşamak istemiyorlar, çok kutuplu mimari çerçevesinde sadece eşit ve karşılıklı yarara dayanan, hem kendi aralarında hem de dünyanın geri kalanıyla dost olmak ve ticaret yapmak istiyorlar. Bu tutum, BRICS, G20 ve Doğu Asya Zirvesi’ndeki son toplantılarda yaygındı.
Küresel yönetim mekanizmalarının hızlı bir şekilde değişmesi görevi ön plana çıkmaktadır. ABD ve müttefikleri, Küresel Güney ülkelerinin gerçek ekonomik ve mali ağırlığını kabul ederek, IMF ve Dünya Bankası’nda oy kullanma kotalarının yeniden dağıtılmasını yapay olarak engellemekten vazgeçmelidir. DTÖ uyuşmazlıklarının çözümü için Kurum çalışmalarının engellenmesinin derhal kaldırılması gereklidir.
Güvenlik Konseyi’nin tamamen Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin yetersiz temsiliyetinin ortadan kaldırılması üzerinden genişletilmesine giderek daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Güvenlik Konseyi’nin hem daimi hem de daimi olmayan yeni üyelerinin hem kendi bölgelerinde, hem de Bağlantısızlar Hareketi, «Grup 77», İslam İşbirliği Örgütü gibi küresel erişim örgütlerinde de otoriteye sahip olmaları önemlidir.
BM Sekreteryası’nın oluşturulmasının daha adil yöntemlerini düşünmenin zamanı gelmiştir. Uzun yıllar boyunca yürürlükte olan kriterler, devletlerin dünya meselelerindeki gerçek ağırlığını yansıtmıyor ve yapay olarak NATO ve AB vatandaşlarının aşırı çoğunluğunu sağlıyor. Bu eşitsizlikler, sahiplerini, neredeyse hepsi Batı’nın politikasını yürüten başkentlerde bulunan uluslararası örgütlerin karargahlarının ev sahibi ülkelerinin konumuna bağlayan kalıcı sözleşmeler sistemi sayesinde daha da derinleşmektedir.
BM reformuna yönelik tüm çabalar, uluslararası hukukun üstünlüğünü onaylamayı ve Örgütü dünya politikasının merkezi koordinasyon organı olarak yeniden canlandırmayı amaçlamalıdır. Örgüt dürüst bir çıkar dengesi temelinde sorunların birlikte ele alınacağı bir yer olmalıdır.
Bu arada, Küresel Güney’in çıkarlarını yansıtan yeni tip birliklerin potansiyeli tam olarak devreye girmelidir. Bu, her şeyden önce, Johannesburg’daki zirvenin ardından güvenilirliğini önemli ölçüde artıran ve gerçekten küresel bir etki sahibi olan BRICS’dir. Bölgesel düzeyde Afrika Birliği, SELAK, Arap Birliği, Basra Körfezi Arap Devletleri İşbirliği Konseyi ve diğer yapılar gibi örgütlerin yeniden canlanması söz konusudur. Avrasya’da, SCO, ASEAN, KGAÖ, AEB, BDT, Çin Tek Kuşak, Tek Yol projesi çerçevesinde entegrasyon süreçlerinin uyumlaştırılması ivme kazanmaktadır. Ortak kıtamızın istisnasız her ülkenin katılımına açık olan büyük bir Avrasya Ortaklığının doğal oluşumu gerçekleşmektedir.
Bu olumlu eğilimler, Batı’nın dünya siyasetinde, ekonomide ve finans alanında egemenliğini sürdürmeye yönelik giderek artan agresif girişimleriyle çelişmektedir. Dünyanın izole ticaret bloklarına ve makro bölgelere parçalanmasını önlemek ortak çıkarlardadır. Fakat eğer ABD ve müttefikleri küreselleşme süreçlerini adil ve eşit hale getirmek konusunda anlaşmaya varmak istemiyorlarsa, geri kalanlar, sosyo-ekonomik ve teknolojik gelişimlerini, güvenliklerini eski metropollerin yeni sömürgeci içgüdülerine bağlı olarak ortaya koymamaya yardımcı olacak adımlar hakkında sonuçlar çıkarmak ve düşünmek zorunda kalacaklar.
5 Ekim’de Valdai Forum toplantısında konuşan Rusya Federasyonu Devlet Başkanı V.V.Putin, BM Antlaşmasına dayanan uluslararası hukukun güçlendirilmesini açıkça savunmuş ve gerçek çok kutupluluğun oluşumunun altı ilkesini ortaya koymuştur: dünyanın açıklığı ve birbirine bağlılığı – iletişimin önündeki engelleri kaldırarak, çeşitliliğe ortak gelişimin temeli olarak saygı duyulması, küresel yönetim yapılarında maksimum temsillilik, herkesin çıkarları doğrultusunda evrensel güvenlik, kalkınma yararlarına adil erişim, herkes için eşitlik, “zengin ya da güçlü” olanın dayatmasının reddedilmesi.
V.V. Putin şunları vurguladı: “Önümüzde, aslında, yeni bir dünyanın inşa edilmesi görevi vardır.” Söz konusu olan öncekilerin yaptığı her şeyi sil baştan yapmak değildir. Yeni bir dünya için sağlam bir temel vardır – bu da BM Antlaşmasıdır. Asıl mesele şu ki, yasal ilkelerle konjonktürel seçici hokkabazlık yoluyla onun yıkımını önlemek, bu ilkelerin tüm ülkeler tarafından tam anlamıyla ve karşılıklı olarak yerine getirilmesini sağlamaktır.
Eğer dünya topluluğunun üyeleri kökenlerine geri dönme kararlılığını kendilerinde bulurlarsa ve BM Antlaşmasına göre kendilerine verilen yükümlülükleri pratiğe dökerlerse insanlık tek kutuplu dönemin zararlı mirasını yenme şansına sahip olacaktır.
Herkesin dünyanın kaderinde aldıkları kendi ve kolektif sorumluluklarının ne kadar farkında olduklarını BM Genel Sekreteri’nin inisiyatifiyle seneye gerçekleşecek olan “Geleceğin Zirvesi”’ ne hazırlıklar gösterecektir.
A. Guterres’in Genel Kurulun 78. oturumunun arifesinde düzenlediği basın toplantısında söylediği gibi, eşitlik ve dayanışmaya dayalı barış ve refah istiyorsak, ortak geleceğimizi ortak iyilik uğruna tasarlarken uzlaşmaya varmada, liderler özel bir sorumluluğa sahiptir.” Altın sözler. Birleşmiş Milletler’in misyonu ülkeleri “demokratik” veya “otokratik” olarak bölmeye değil, uzlaşma arayışıdır. Rusya, benzer düşünenlerle birlikte, bunun uygulanmasına tam olarak katkıda bulunmaya hazırdır.