Empresyonizm, 1874 yılında Paris’te “Adsız Sanatçılar Birliği” adı altında bir araya gelen otuz sanatçının —aralarında Claude Monet, Edgar Degas ve Camille Pissarro gibi isimlerin de bulunduğu— dönemin en prestijli etkinliği olan Salon sergisine alternatif olarak düzenledikleri bağımsız bir sergiyle doğdu.
Bu yenilikçi topluluğa, dönemin sanat eleştirmeni Louis Leroy ağır eleştiriler yöneltti. Hatta onları küçümsemek amacıyla “Empresyonistler” (İzlenimciler) ifadesini kullandı. Eserlerdeki renkleri fazla parlak ve alışılmışın dışında bulan bazı çevreler, bu tabloları izleyenlerin adeta bir “göz hastalığına” yakalanacağını bile iddia etti. Ancak tarihin ironisiyle, bu küçümseyici tanım, akımın ismi haline geldi.
İzlenimcilik adını, Claude Monet’nin İzlenim – Gün Doğumu adlı tablosundan aldı ve modern sanatın serüveninde yeni bir sayfa açtı. Artık resim, yalnızca konusunu değil, onu yorumlama biçimini de sorguluyordu.
Empresyonizm öncesi dönemde sanat, belirli kalıpların içinde nefes alıyordu. Ressamlar genellikle portreler, natürmortlar, dini ya da tarihsel sahneler üzerine çalışıyor; koyu tonların hâkim olduğu, temkinli fırça darbeleriyle atölyelerinde eserlerini tamamlıyorlardı.
Ancak İzlenimciler bu statik anlayışı reddetti. Onlara göre sanat, stüdyo duvarlarının ötesinde, doğanın içinde, ışığın değişkenliğiyle birlikte var olmalıydı. Bu yüzden yönlerini geniş manzaralara, açık hava sahnelerine ve gündelik yaşamın içindeki sıradan figürlere çevirdiler. Artık bir resmin kahramanı yalnızca bilindik isimler değil; sokakta yürüyen bir çocuk, bir kafenin önündeki kadın ya da güneş ışığı altında titreyen su yüzeyi olabilirdi.
İzlenimciliğin en belirgin özelliği, doğadaki anlık değişimleri yakalayarak bunları tuvale aktarmasıydı. Bu eserler çoğunlukla doğrudan gözlem yerinde, yani açık havada çalışılarak üretilirdi. Örneğin Monet, bir manzarayı aylarca —hatta bazen bir yılı aşkın sürelerde— farklı ışık koşulları altında defalarca resmetmiştir.
Bu yaklaşımın gelişmesinde, o dönemde tüp boyaların icadı da büyük rol oynadı. Boyaların metal tüpler sayesinde kolayca taşınabilmesi, sanatçıların atölyeden çıkarak doğayla baş başa kalmasına imkân tanıdı. Bir bakıma, Empresyonizm’in doğuşu sadece bir estetik dönüşüm değil, aynı zamanda teknolojinin sanata sunduğu özgürlüğün de bir sonucuydu.
Yeni sanat anlayışının büyüleyici gücü ve öncü ressamların olağanüstü yeteneği, başlangıçta şüpheyle yaklaşanları bile kısa sürede etkiledi. İzlenimcilik hızla popülerlik kazandı ve kısa zamanda “yeni” ve “modern” kavramlarıyla özdeşleşen, özgür bir ifade biçimine dönüştü.
1800’lerin sonuna gelindiğinde, İzlenimcilik artık Paris Salonu’nun da vazgeçilmez bir parçası hâline gelmişti. Bugün ise bu akım, yalnızca modern ve postmodern sanatın yönünü değiştiren bir dönüm noktası olarak değil, aynı zamanda hâlâ büyüleyici, zamansız bir sanat biçimi olarak yaşamaya devam ediyor.
Ve belki de bu yüzden, bir fırça darbesiyle yakalanan o an, hâlâ bizi etkilemeyi başarıyor.
Yazar: Kardelen DURSUN